top of page
8fV9VX--_edited.jpg

TOPLUMLARIN MABETLERİ

Mahmut Aşkar

Dünyanın herhangi bir yerinde Hinduizm’e veya Uzakdoğu dinlerine ait bir tapınak görsek, orada bu inançlara ait insan topluluklarının ya yaşamakta ya da yaşamış olduğunu anlamış oluruz. Yine ilk defa gittiğimiz bir yerde rastlayacağımız cami, oradaki Müslüman toplumun varlığına, sinagogun Yahudi ve kilisenin de Hıristiyanların yaşadığına veya daha önceden yaşamış olmalarına delalet eden mabetlerdir. Mabet, yerine göre bir kimliğin, bir medeniyetin, herşeyden önce de bir dinin göstergesidir. Sözkonusu dinlerden birine mensup olan insanlar ya yerleştikleri yerlerde ya da göç ettikleri diyarlarda, şayet elverişli ortam ve imkân varsa, ilk fırsatta kendilerine ait bir mabet yeri açarlar. Bazen aynı dine mensup olanlar arasında bile mabedin toplum içindeki konumlandırılması ve algılanması farklı olabildiği gibi her dinin mabet tasavvuru ve mabet ile dindar arasındaki ilişkisi ve günlük hayattaki yeri de farklıdır. Bütün mabetlerin ortak tarafı ise, özellikle toplu ibadetlerin ve bazı dinî vecibelerin icra edildiği kutsal mekânlar olmasıdır.

İslam’ın diğer dinlere kıyasla en belirgin özelliklerinden birisinin, daha kapsayıcı ve “müdahaleci” olmasıdır. Kendine göre iyi bir Katolik olan ve kilisede birtakım fahri görevler üstlenen tanıdığım bir Alman vardı… Zaman zaman bazı konularda karşılıklı sohbet eder, bazen de, özellikle dinî konularda tatlı-sert tartışmalarımız olurdu. En çok da havsalasının almadığı şey; İslam’ın sadece belli ritüellerden oluşan bir ibadet dini olmayışı idi. Meselâ, Hıristiyanlar belli gün ve saatlerde kilisede yaptıkları ayinlerle yetinirken, İslâm niçin giyim-kuşamdan yeme-içmeye kadar günlük hayatın diğer sahalarına müdahale ediyordu…

 

Başka bir ifadeyle; Hıristiyanlığın, “dünya kraldan ahiret tanrıdan sorulur” kuralının tersine, insanın hem dünyası hem de ahireti için İslâm’ın kural koyucu tarafı vardı. İslâm’ın bu özelliği öncelikli olarak Hz. Peygamber’in ve ilk halifeler döneminde camilerde karşılık bulmuştu: Ailevî meselelerden cemiyet meselelerine, hatta devlet işlerine varana dek birçok mesele cami bünyesinde konuşulabiliyordu. Müslümanlar böylesi bir cami kültürü mirasına sahip olunca, ona göre de bir cami tasavvuru vardı. Hayatın içindeki, birçok sosyal çalışmaları bünyesinde barındıran cami, zamanla maalesef (kilise benzeri) sadece belli vakitlerde namaz kılınan kutsal mekân olarak kabul görmeğe başladı.

Camilerin faaliyet alanı veya gündemine aldığı konulara sınır getirildikçe görev yapan hocaların da yükü hafifledi. Camilerimizin, İslam medeniyetini sembolize eden konumdan, Müslümanların sadece namaz kıldığı kutsal mekân konumuna indirgenmesi, hayatın içinden evrensel bir din anlayışının, belli ritüellerden ibaret bir din algılamasına dönüşmesidir.

Farklı bir din kültürünün hâkim olduğu coğrafyada cami açmak

Şayet Hıristiyanlık gibi farklı bir dinin egemen olduğu toplumların içinde Müslüman azınlık olarak camileriniz varsa, yükünüz ve sorumluluk dereceniz Müslüman ülkelerdeki inananlardan kat be kat fazladır. Almanya, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinde göçmen Müslümanların, özellikle de Türklerin, inşa ettikleri, açtıkları camiler yüzünden meydana gelen İslâm karşıtı oluşumlar, gösterilen tepkiler ve hâlâ ardı arkası kesilmeyen tartışmalar, işin ciddiyet ve vahametini ortaya koymaktadır. Avrupa gibi bizden çok farklı bir din kültürüne sahip coğrafyada en sıradan bir cami ya da mescit açmak; Türkiye’de herhangi bir şehrin mahalle veya semtinde açılan camiden çok daha meşakkatli ve sorumluluk isteyen bir uğraş olduğunu tekraren hatırlatmak gerekir!

İnsansızlıktan kiliselerin peş peşe kapandığı ülkelerde ardı ardına açılan camilerin İslamafobik hareketleri ve yabancı düşmanlığını körükleyeceği baştan hesaba katılmalıdır. Almanya’daki cami problematiği üzerine yapılan bir çalışmada şöyle denilmektedir: “Camiye verilen ad meydan okuyan, savaş ilan eden mahiyette olmamalıdır. Arapça, Türkçe veya Farsça verilen cami isimlerini insanlar çoğu zaman anlamıyor. Onun için camiye verilen ad düzgün tercüme edilmesi ve Almanca bir isim verilmesi tavsiye edilir.”[1] Özellikle bizim Türk camilerinin idarecilerinin, genelleme yapmamakla birlikte, yukarıdakine benzer hassasiyet gösterdikleri hatta böylesi bir denge kurmanın zaruretine ihtiyaç duydukları kanaatinde değilim. Bunun için mevcut ortamı ve birlikte yaşadığı toplumu okuyabilecek altyapıya ve yeteneğe sahip olmak gerekir. Bu kabiliyette olan cami idarecileri, zorlu ve sabırlı bir mücadelenin neticesinde hedefe ulaşabiliyorlar. “Bir medeniyet ve dünya kültürü hâline gelen İslâm, ister istemez, farklı coğrafya ve kültürlerde farklı renk ve biçimlerde hayat alanı buldu[2]”ğunun en anlaşılır ve göz dolduran örneklerinden birisi:

Aachen Yunus Emre Camii bu doğrultuda Almanya’da örnek teşkil edebilecek bir konumu yakalamıştır: Caminin açılışını Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Başbakanı (Armin Laschet) şehirdeki tüm dini temsilciler ve bütün siyasi parti yetkilileriyle birlikte açtığı gibi şehrin belediye başkanı her Kurban ve Ramazan Bayramı’nda bizzat camiye gelerek cemaate hitap eder, bayramını kutlar. Belki Almanya’da bir ilk olarak, Aachen Belediyesi caminin önündeki meydanlığa “Moscheeplatz (cami meydanı)” adını verdi. Böylece, yerli toplumun çoğu kez “Spannungsfeld (çatışma alanı)” olarak gördüğü cami, kültürlerarası diyalog alanına dönüştürülebilir.

Anavatan dışında ibadete açılan/inşa edilen mabetler kalıcılığın göstergesi, kültürel varlığın/kimliğin de simgesidir. Camiler, bünyesindeki ek faaliyet alanlarıyla, Osmanlı döneminin “külliye”sinin çağa uyarlanmış versiyonu olarak konumlandırılmadığı müddetçe, farklı bir kültür coğrafyasındaki cemaatin beklentilerine cevap veremez, ihtiyaçlarını karşılayamaz. Avrupa’daki camilerimizde vakit namazlarının dışında, hafta sonları ve tatil günlerinde çocuklara verilen Kur’an kurslarından başkaca da göze gelir bir faaliyet olmuyor... Caminin kendisi özellikle belli bir yaştan sonra yalnızlığa terk edilmiş kesim için “terapi merkezi”, yerine göre de bünyesindeki çay ocağının kahvene vazifesi görmesi hasebiyle buluşma-dertleşme adresidir.

Mabet her toplumun inanç dünyasının merkezinde olduğu gibi şehirlerin de merkezî bir yerindedir. Avrupa’daki camilerimiz de çevreden, büyük ölçüde şehrin merkezî bir yerine taşındıktan sonra yerli-çoğulcu toplumun dikkatlerini daha fazla çekmeğe başladı. Caminin mimarisinden tutun da hangi dille vaaz ve hutbelerin okunduğuna ve içeriğinin ne olduğuna dair herşeye müdahale eden veya bilmek isteyen bir kamuoyu var. Görünüm olarak camiler son derece şeffaftır ve kimseye kimlik sormayan kapıları da ardına kadar açıktır. Fakat aslında gizleyecek hiçbir şeyi olmamasına rağmen sanki birşeyleri birilerinden gizliyormuş gibi hâl ve hareketler içinde olan Müslümanın kafası karışıktır. Bu karışıklık büyük ölçüde içinde bulunduğu topluma kendisini ifade edememesinden ve kamuoyuna mabedini hak ettiği ölçüde konumlandıramamasından kaynaklanmaktadır.

Konumlandırmak ne demek?

Almanya’daki camilerin birisi Türkçe kurslar için yazılı duyuru yaptığını sosyal medyadaki paylaşımlarda gördüm. Kursu düzenleyenlere hakaretler yağdıran, aşağılayanların haddi hesabı yok… İlk bakışta Türkçe’yi yanlış kullandıklarından dolayı hiddetli eleştirilere maruz kalındığını zannettim ama Türkçe’nin kafasını gözünü kırar kıra yazılan eleştirilerin sebebi meğer Türkçe kurslarının camide veya cami hocaları tarafından verilmesiymiş… Bu da bir başka türlü bağnazlık ya da ideolojik körlük! Keşke camili camisiz Avrupa’daki bütün Türk kuruluşları, muhafazakâr ve seküler/laik her Türk Türkçe için seferber olsa… Ve keşke camilerde Kur’an kursları öncelikli olarak Türkçe verilse… Çünkü “Her şeyden önce dilin kaybedilmesi, dine ilişkin tüm vukuf ve bilgi verici iddiaların kaybedilmesiyle aynı kapıya çıkar. Din dilsiz kalınca dinî hakikatlerin bilinmesi diye bir şey de ortadan kalkar. (…) Dil olmayınca; ilahiler, vaazlar ve hatta kutsal kitaplar bile gereksiz hale gelir.”[3]

Zihinlerde, cami eşittir namaz kılınan kutsal mekân olarak yer etmişse, yaşanan hayatta da cami konumlaması bundan pek farklı olmayacaktır. Tekrar altını çizmek gerekirse; özellikle farklı bir din kültürünün hâkim olduğu ülkelerdeki camilerimiz bizi dilimiz, dinimiz ve kültürümüzle yarınlara taşıyacak donanımda olmalıdır. Çevreye açılım için ilk adımı atma cesareti gösteren cami yöneticileri, çokkültürlü hayatı ve Hıristiyan çoğunluk içinde yaşayan cemaatinin durumunu, vaazından hutbesine, hatta alışılagelmiş duasına kadar yapacağı her işte dikkate alan din görevlileri sayesinde camilerimiz olması gereken yerde ve hak ettiği derecede konumlanmış olacak. Başka diyarlardaki camilerimiz içinde bulunduğumuz toplum ve çağın gerçekleri dikkate alınarak, olabildiğince külliyeleşmelidir. Deyim yerindeyse, dünya ile ahiret camili mekânlarda buluşmalı, birleşmeli ve sentezlenmelidir. Şu anda camilerimiz bu beklentilerden epey uzaktır.

Diğer dinlere mensup mabetler gibi Müslümanların camileri de bulundukları ülkelerin siyasî ve hukukî şartlarına göre kuruluşunu gerçekleştirerek birlikte yaşadıkları toplumun bir parçası hâline gelirler. Bundan sonraki süreçte, Olivier Roy’un da dediği gibi; “Her Batı’lı ülke, İslâm’ı kendi paradigmasına göre entegre eder ve Müslüman vatandaşlar da normalinde bu kurallara göre kendi kimliklerini ifade etmiş olarak[4], buralı Müslümanlıkta karar kılarlar.

Camiye cami kimliği kazandırabilmek

Sıradan bir “meziyet” olarak görülse de; dua yaparken bildik kalıpların dışına çıkabilme feraseti gösterebilen ve gayrimüslim bir diyardaki camide yapılacak duanın anavatandakinden biraz daha farklı; zihinlerimizde belirlenmiş millî sınırların dışına çıkabilecek kadar evrensel olması gerektiğine inanan imamlar/din görevlileriyle yarınlara doğru ilk adım atılabilir.  Avrupa’daki camilerimizin toplum hayatında doğru konumlanabilmesi için kendi “cami kimliğini” ve “cami şahsiyetini” kazanmış olması gerekir. Meselâ; bir tarafta Almanya diğer tarafta da Türkiye siyasileri arasında sıkışıp kalan, kendisi gibi olamayan, kendini ifade edemeyen, buranın şartlarına göre kendisini konumlandıramayan camilerin durumu, tartışma ve eleştiri malzemesi olmaya devam edecektir.

İçimizdeki bölünmüşlük, camilerimizin de falancıların veya filancıların (camisi) olarak zihinlerde konumlanmasına vesile olmuştur. Hâl böyle olunca, İslâm’ın mabet (cami/mescit/cem evi/dergâh) olarak mekânlaştığı sosyo-kültürel coğrafyanın panoraması yerine “cami sahibi”kuruluş ya da cemaatin zaviyesinden gözüken bir tablo tasvir edilir. Adından da anlaşılacağı gibi bu bir “tablo”dur ve o büyük resim (evrensel) panaromadan bir kesittir. Kuruluş veya cemaat ideolojisinin çizdiği sınırlar içinde ifade edilmeğe çalışılan cami son derece yerel hatta mahallîdir. Herhangi bir Müslüman ülkesi veya İslâm toplumu içindeki caminin bu şekilde konumlanması mazur görülebilir fakat farklı bir din kültürünün egemen olduğu toplumlarda, kime ait olursa olsun, camiler, İslâm’ın evrenselliğiyle çokkültürlü toplumun hafızasında yer etmelidir. Hülasa, caminin sosyal hayatın içinde algılanma biçimi ve toplum hafızasında yer ediş şekli, sadece ötekilerin İslam/Müslüman veya camiye karşı var olan bakış açısıyla izah edilemez. Mabetlerimizin akıp giden hayatın neresinde ve ne kadar yer aldığı, caminin banisi (kurucuları), inşa edeni veya temsilcilerinin kafasındaki, farklı bir kültür coğrafyasındaki cami tasavvuruna bağlıdır.

Belli bir cemaat veya grup adına açılan cami veya “kendimize bir cami açalım” niyetiyle faaliyete geçirilen mabet, bilinmelidir ki, özellikle farklı bir dine mensup yerli-çoğulcu toplum tarafından, Müslümanların mabedi veya İslâm’ın temsil edildiği mekân olarak telakki edilir. Batı’lı toplumların artık bir parçası hâline gelen Müslüman göçmenlerden beklentinin ne denli yüksek olduğunu, “Batı’da yaşayan Müslüman azınlıklar, İslâm dünyasıyla Batı arasında bir köprü vazifesi görebilecek imkânlara sahiptir.” sözleriyle dile getiren yazar, sorumluluk çıtasını biraz daha yükselterek diyor ki: “Batı’da yaşayan ve Batılı ülkelerin vatandaşı olan bu topluluklar, Batı’nın yüzyıllardır süren İslâm cehaletini aşmak için önemli fırsattır.”[5] Bu beklentilerin asıl muhatabının, Avrupa’da en büyük ve güçlü şekilde teşkilatlanmış Müslüman-Türk kuruluşları olduğu unutulmamalıdır. Avrupa’nın en merkezi yerlerinde açılmış olan camilerin aslî fonksiyonu önce Müslümanların kafasında sonra da bulunduğu toplumun içinde doğru konumlandırılırsa, Batı’nın İslâm cehaletini ve önyargısını aşma fırsatını yakalamış oluruz. Bu da kendi cehaletimizi yenmeden olmaz!

 

 

[1] Der Weg zur Moschee-eine Handreichung für die Praxis, s.80

[2] İbrahim Kalın, İslâm ve Batı, s. 35

[3] Turan Koç, Din Dili, s. 108, 5. Baskı, İstanbul 2017

[4] Olivier Roy, Der islamischer Weg nach Westen, s. 199

[5] İbrahim Kalın, İslâm ve Batı, s. 179

bottom of page