top of page
youtube_02.jpg

Avrupa’daki Türklerin Avrupalılık Mücadelesi

Şefik Kantar

Tarihçiler, Asya’dan Avrupa’ya Türk göçlerinin M.S. 5. Asra kadar indiğini söylerler. Hunlar yanında Avarlar, Bulgarlar, Sabirler, Macarlar, Kumanlar (Kıpçaklar), Peçenekler, Oğuzlar (Uzlar) Türk tarihinin şekillenmesi kadar Avrupa tarihinin oluşmasında da mühim roller icra etmişlerdir. Daha önce Selçukluların Haçlı Seferlerine karşı koymak suretiyle icra ettikleri tesirlerden sonra, 13. Asırdan itibaren Avrupa’yı etkileme ve dizayn etme görevini Osmanlılar devralmıştır. Geçmişteki gibi günümüz Avrupalı bilim insanları da Karadeniz’in kuzeyinden ve güneyinden Avrupa’ya adım atan ve İtalya’ya, İspanya’ya kadar ulaşan Türk göç ve akınlarının Avrupa’nın demografik, dini, sosyal, siyasi, askeri yapılanmalarına ve gelişmelerine etkilerini bilmekte ancak pek dile getirmek istememektedirler.

Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya gelen Türk topluluklarının tamamına yakını askeri üstünlükleri, güçlü sosyal nizamları ve sağlam devlet tecrübelerine rağmen ya yerli toplulukların içerisinde eriyerek yok olmuş veya zamanla topluca başka milletlere dönüşmüşlerdir. Bunların yok olmaları ve dönüşmelerindeki en büyük etken Asya’daki ana topluluklarla irtibatlarının kesilmesi ve dillerini kaybetmeleridir. Türklerin uzun süre hakimiyet sürdükleri Rusya topraklarından Orta Avrupa içlerine kadar her adımda eski Türk izlerine rastlanmakla birlikte kültürünü muhafaza ederek yaşayan çok az sayıda Türk topluluğu kalmıştır. Geçmişlerinin Asyalı ve Türk olduğunu bilen Macar, Bulgar vs gibi topluluklar için Türklük, içlerinde ilişkileri canlandırarak pekiştirme taraftarı kitlelerin varlığına rağmen eskilerde kalmış bir tarihtir. Osmanlı öncesi söz konusu topluluklardan Türklüklerini kaybetmeyen tek büyük topluluk, hıristiyanlaşmalarına rağmen Türkçe’yi kaybetmeyen Gagauzlardır.

Türklerin Anadolu’ya, ardından Trakya ve Balkanlara geldikleri dönemlerde daha önce Avrupa’ya ayak basmış Türklerin sonradan gelen akrabalarının lehine birçok gelişmeye imza attıkları bilinmektedir. Malazgirt’te Romen Diyojen’in ordusundaki bazı toplulukların karşı taraftakilerin Türk olduğunu görünce saf değiştirmeleri hadisesi, istisna olmayıp Osmanlı Devleti’nin Trakya ve Balkanlar’daki ilerleyişi sürecinde defalarca yaşanmıştır.

Selçukluların Avrupalılarla karşılaşmaları kutsal toprakları kurtarma bahanesiyle önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkan, talan eden Haçlı Seferleri münasebetiyle olmuştu. Türklerle Almanların ilk karşılaşmaları da Haçlı Seferlerinde yaşanmıştı. Kılıçarslan’ın yürüttüğü yıpratıcı müdafaa savaşları ve akıllıca diplomasi ile bu seferler sonuçsuz bırakılırken, III. Haçlı Seferi’ne katılan Alman kral Friedrich Barbarossa Göksu Nehri’ni geçmek isterken boğularak ölmüştü (1190).

Üç kıta üzerindeki topraklara hükmedecek Osmanlı Devleti, kuruluşundan kısa bir süre sonra Avrupa’ya damgasını vurmaya başladı. Gerileme dönemine girişine kadar üç asırdan fazla bir süre her alanda Avrupa’ya galebe çaldı, onlardan üstün oldu. Öyle ki, Avrupa’nın tüm hesapları asırlarca bu gücüm tahakküm ve etkisinden kurtulma gayret ve çabaları üzerineydi. İmparatorluk olmasına, kozmopolit bir nüfus yapısına, değişik dinden, dilden, milliyetten toplulukları barındırmasına rağmen Osmanlı’nın en mühim özelliği Türk oluşu idi. Döneminde dünyanın en güçlü kimliği Türk kimliği idi; Türk denince sadece Osmanlılık değil Müslümanlık da akla geliyordu. Türklük ile Müslümanlığın aynileşmesi yükselen yeni medeniyetin ayırt edici temel özelliklerindendi.

Avrupa, Osmanlı’yı hiçbir zaman kabullenemedi, her iyi niyetli ve samimi yaklaşımı düşmanca bir hissiyatla geri çevirdi. Avrupa, birlikte inşa edilebilecek, barış ve huzurun hakim olacağı, insan hak ve hürriyetlerinin, din ve vicdan hürriyetinin, insanların dillerine, dinlerine, renklerine göre değerlendirilmeyeceği yeni bir nizama karşı bütün güçleriyle direndi. Bu süreçlerde Avrupa’nın bugün de yürürlükte olan kaba güce tapan, çatışmacı, savaşçı, tahammülsüz kültürü pekişti. Roma’nın devlet ve teşkilat anlayışı, Yunan’ın felsefi mirası ve Hıristiyanlığın dünya görüşü güya bir potada eritilip harmanlandı, ancak ortaya çıkarılabilecek en kötü bileşim elde edildi. Avrupa, sözde huzur ve barışın anahtarı olsun diye türetilen sistem ve ideolojileriyle, on yıllarca süren yıkıcı savaşlar yanında 1. ve 2. Dünya Savaşı gibi gezegenimizin yaşadığı en büyük felaketlerin faili oldu.

Her savaşın ardından, hayatını kaybeden, yaralanan, sakat kalan, yerinden yurdundan olan insanlara, yakılıp yıkılan, virane haline gelen köylere, kasabalara, şehirlere ve ülkelere odaklanmak yerine kan ve gözyaşından neşet eden yeni imkanlardan pay kapma yarışına yöneldi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kendi aralarındaki rekabetin doğurduğu işgücü ihtiyacı gözlerin Türkiye gibi kalkınmasını yoluna koyamamış, yatırım imkanları ve istihdam sahaları kısıtlı ülkelere çevrilmesine yol açtı. Bunun sonucunda, daha sonra sayıları beş milyonu bulacak Türk’ün Avrupa’ya göçü gerçekleşti. Bu gidiş, önceki yüzyıllarda Amerika’ya ve Avrupa’ya Afrika’dan götürülen kölelerinki gibi iç karartıcı olmasa da, atalarımızın önceki yüzyıllardaki gidişi gibi muzafferane de değildi.

Bir işgücü transferi şeklinde düşünülen alışveriş, kahramanlarının ‘insan’ olduğunun anlaşılmasıyla ekonomik çerçeveyi aşarak sosyal, kültürel ve siyasi görüntüye büründü. Giderek büyümesi, Avrupa toplamında beş milyonu bulan bir kitleye dönüşmesi ve büyük bir bölümünün kalıcılığının anlaşılması, Avrupa’daki Türkleri sadece tarihi yazılacak bir topluluktan ziyade, tarih yazma potansiyeli yüksek bir mevkiye çıkardı. Böylece insan ve toplum hayatıyla ilgili konulara kafa yoran çevrelerin yaklaşımları da değişmeye başladı. Artık konu, yerli halk toplulukları yanında siyasilerin, akademik çevrelerin, medyanın, hukukçuların ve tarihçilerin bakış açısını, günlük üretim ilişkilerini aşıp hem derinliği hem de etki alanının genişliği itibariyle daha ileri merhalelere taşıdı. Birçok çevrenin yaşadığı veya müşahede ettiği bu süreç, dünyadaki köklü değişimlerin yaşandığı bir döneme rast geliyordu.

Siyasi anlamda soğuk savaşın bitimiyle iki kutupluluğun nihayete erdiği, ekonomik anlamda sınırların kalkmasının hedeflendiği, sanayi toplumundan dijital dünyaya doğru adımların atıldığı, çokça dile getirildiği gibi dünyanın ‘bir köye dönüştüğü’ bu zaman diliminde yaşananlar, insanlarımızın birçok alanda ümitlerinin ve kendilerine güvenlerinin artmasına yol açtığı gibi birçok şüphe ve korkunun da canlanmasına sebebiyet verdi. Dönemi izah eden ideologlara göre ‘global çağda’ toplumlararası ilişkiler medeniyetlerin kaynağı dinlere, insanlararası ilişkiler ise karşılıklı tanıma ve kabule (akseptanz) göre şekillenecekti. Bu, kişilerde ve toplumlarda ‘kimlik sahibi olma’ anlayış ve talebinin yükselmesi anlamına geliyordu.

Nitekim çok milletli birlik ve paktların aldığı yeni şekil, ulus-devletler üzerinde oluşturulan baskı ve etnik milliyetçiliğin yükselişi, dünyanın yeniden dini inanç gruplarının yerleşimlerine göre dizayn edilmeye çalışılması yanında göçmen toplulukların da kendilerine kabul ve avantaj sağlayacak kimlikler elde etme çabalarının yükselmesine şahit olduk. Elbette gelişmelerden ve yeni dönemin rüzgarlarından en çok etkilenenlerin başında Almanya’daki Türkler gelmekteydi. Bir yandan insanlara kendilerini milliyetlere göre değil, dini aidiyetlerine göre tanımlamaları tavsiye edilirken diğer yandan Türkiye’de yaşanan etnik terörün gölgesinde Türk, Kürt, Çerkez diye ayrıştırılıyorlardı. Anayasal haklara güvenerek kendilerini dini inançlar üzerinden ortaya koyanları bekleyen ise köktendincilik (fundamentalizm), gerilik, uyumsuzluk suçlamalarıydı. Öte yandan insanlarımız, bilhassa gençler ve kadınlar yoğun bir bireyleşme, özgürleşme propaganda ve baskısı altına alınmaktaydı. Kamuoyunda şişirilmiş istisnai örneklerden hareketle ailesinden, kültüründen, dininden, toplumundan kopuş ve özüne yabancılaşma başarının ve geleceğini garanti altına almanın anahtarı olarak gösterilmekteydi. İyi niyetli çevrelerin sarıldığı slogan ‘kendi öz kültürünü kaybetmemek’ bu kargaşa içinde sırf bir temenni olmaktan öte geçemiyordu.

Siyasilerin oy devşirmek kaygısı ile, ekonomiyi ellerinde tutanların para kaygısı ile kulağa hoş gelen her kimlik tarifini menfaatleri için bir vasıta haline dönüştürdükleri dönemde, kimlik adlandırmasını yapması gereken esas kişiler konuya fazla eğilmediler. Bilhassa ilim camiası mensupları konunun derinliklerine inme cesareti yerine tutarlılığına bakmadan görüşlerini tedavüldeki kimlik tekliflerine yoğunlaştırdılar. Türkiye’nin iki asrı aşkındır süren Avrupalılık gayretlerine ilaveten kendileri de yarım asrı aşkındır bu dünyanın içerisinde varlık mücadelesi veren Avrupa’daki Türkler için bu kimlik kargaşası aslında hayati bir ümidin de gerçekleşmesini sağlayabilirdi. Yurt dışındaki insanlarımız böylece işgücü göçünün ilk yıllarının kimliği ‘gurbetçi’ ve en nefret edilen sıfatlandırma mahiyetindeki ‘alamancı’ damgalarından kurtulabilecekti. Teklif edilen kimliklerden en revaçta olanı, bir kamuoyu yoklaması yapılsa insanlarımızın tamamına yakınının ‘evet’ diyeceği ‘Avrupa Türkleri’ veya Almanya özeli için ‘Almanya Türkleri’ teklifleriydi. Buna ülkelere göre Fransa Türkleri, Hollanda Türkleri, Belçika Türkleri, Avusturya Türkleri, İngiltere Türkleri vs eklemek mümkündür. Kavram ve söylem İran Türkleri, Kerkük Türkleri, Suriye Türkleri, Bulgaristan Türkleri, Yunanistan Türkleri gibi adlandırmaların varlığından hareketle doğruydu, ancak sosyolojik olarak ilmi esaslarla ne derece örtüştüğü, siyaset sahnesinde ise nelere tekabül edeceği yeteri kadar tartışılmıyordu ki halen de öyledir.

Dünyanın değişik coğrafyalarında, değişik ülke bayrakları altında, değişik pasaportlarla yaşayan Türkleri birleştiren en mühim ortak değer Türkçe’dir. Yine en önemli birleştirici unsur İslamiyet’tir. Yer yer nüans farkları görülse de Türkçe ve İslamiyet, asırlarca gerilere giden Türk tarihi, tarih sürecinde oluşmuş birçok hususi değerin ifadesi olan Türk Kültürü, milleti ayakta tutan ve ileriye taşıyan değerler bütününü oluştururlar. 60 yıl gibi bir süredir gittikçe irtibatı azalır şekilde memleketlerinin dışında yaşayan Avrupa’daki Türkler milli, islami ve insani değerler itibariyle öz kültür değerlerine hassasiyetle sarılma, sahip çıkma gayretindedir. Fakat bu gayretlerin gerek ülke şartları gerek yaşanan Avrupa şartlarında istenilen derecede başarılı neticeler verdiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Birçok duyarlı çevrenin neslin ve kültürün, inancın korunması uğruna aşırı ölçüde muhafazakar davranması dahi ne yazık ki neticenin tatmin ediciliğini sağlayamamış, bilhassa yeni nesillerin kültürel daire değiştirmelerine, dejenerasyona ve asimilasyona mani olunamamıştır. Bu, çokça zannedildiği gibi insanlarımızın vurdumduymazlığı, başıboşluğundan ve cehaletinden değil, daha ziyade içinde yaşadığımız hakim kültürlerin saldırgan, uzlaşmaz, asimilasyoncu karakterinden kaynaklanmaktadır. Vatandaşının kültürel geleceğinden de sorumlu olan Türk devlet idarecilerinin ve ilgili kurumların bu hususta herhangi bir plana, programa, hatta niyet ve anlayışa sahip olmamaları tahribatın daha da artmasına yol açmıştır. Avrupa’daki sivil toplum kuruluşlarımızın giderek güç kaybetmesi ve çok boyutlu taarruzlar karşısında ne yapacağını bilemez hali çaresizlik psikolojisini beslemektedir. Dönem dönem kamuoyunda öne çıkarılan spor, sanat, müzik, edebiyat, siyaset, ticaret vb alanlardaki ferdi başarı hikayeleri, kültür ve toplum hayatımızdaki kötüye gidişatı dengeleyebilecek karakterde değildir. Bu başarı hikayeleri büyük ölçüde eğitim ve kültür hayatımızdaki çözülmeyi gözlerden saklamak için kullanılmakta, asimilasyoncu politikaları teşvik etmektedir. Zira başarı örnekleri bizim arzu ettiğimizin aksine ‘öz kültürünü terketme’ hatta ‘ona düşmanlık etme’ esasına bağlanarak takdim edilmektedir.

Bu manzara içerisinde kimliğimizi nasıl tarif etmeliyiz? Kimliklendirmeyi hangi ölçülere göre yapmalıyız? Kimliğimiz gerçeklerin bir yansıması mı olmalı, yoksa ideallerimizi mi ifade etmeli? Sosyolojik gerçeklerle aldığımız kimliği hangi noktalarda örtüştürebiliriz? Kimliğimiz ne olduğumuzu mu gösterecek, yoksa ne olacağımıza veya ne olmamız gerektiğine mi işaret edecek? Geleceğe ilişkin ‘oluşlar’ sosyal hayatın normal akışı içinde mi şekillenecek, yoksa birtakım toplum mühendisliği çabalarıyla mı gerçekleşecek? Aldığımız kimlik bize ne kazandıracak, bu kimlikler karşılığında neleri feda etmemiz istenecek/istenmekte? Bu soruları ilanihaye uzatmak mümkün. Ancak en mühimi belki de ‘oluşmuş hukuki, siyasi, kültürel yapıya bir kimlik mi vereceğiz, yoksa verilen kimliğe uygun yapılar mı inşa etmeye çalışacağız?’ sorusudur. Görüldüğü gibi Avrupa’daki Türklerin kimlik mücadelesi, teklif edilen kimlik ne olursa olsun zorlu bir mücadeledir. İş hoşa giden ve kitlelerce kabul gören bir kimliği benimseyip almakla kalmamaktadır, çünkü toplum nasıl nihayete ereceği bilinmeyen bir kimlik inşası problemiyle karşı karşıyadır. Aslında bu durum, kimliğin adlandırılmasından daha hassas bir nokta olduğu gibi kimliğin adlandırılmasını da tayin edici bir husustur.

Birçok çevre kimlik inşasını birtakım mühendislik çalışmalarıyla elde edilebilecek basitlikte görse de sosyal kanunların matematik hesaplara benzemediği gerçeğinden hareketle hiçbir zaman evdeki hesapların çarşıya uymayacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Kişilerin ve toplumların kimlikleri onların geleceklerini tayinde ana rollerden birisini oynamakla birlikte kimlik tayininde ön plana çıkan unsurlar daha ziyade geçmişle alakalıdır. Çünkü kimlik inşası geçmişten günümüze uzanan kültürel çizgi üzerinde şekillenir. Kişinin kazandığı şahsiyet ve içinden geldiği kültür çevresinin toplum anlayışı onu bir ömür boyu sarmalar. Kimlik seçimi yapma durumundaki ferdin nasıl bir insan tipi olarak yetiştiği önem kazanırken, sahip olduğu dünya görüşü ve hayat tarzı hangi toplumun mensubu olabileceğini veya olamayacağını belirler. Sosyo-kültürel yapı karşısındaki pozisyonunda içinden geldiği sosyal yapı kadar tarih şuuru da söz sahibidir. Bir milletin tarihi, millet fertleri nereye giderse gitsin, kaç yeni kimliğe sahip olmak istese istesin peşini bırakmaz. Fertlerin kimlik kazanmalarında bilgi, sanat ve diğer kabiliyetleri yanında inanç, duygu ve düşünce yapılarıyla bunların kazandırdığı davranış kalıplarının da öncü etkisi vardır. Tüm bunların dışında yeni kimlik arama ve benimsemede güven arayışı, emniyet, kendini koruma, dayanışma duygularını göz ardı etmemek gerekir. Bunlar gibi gireceği yeni toplumdaki pozisyonu ve tesir sahası, kendisine verilen değer ve muhtemel nüfuz kabiliyeti teşvik edicidir. Aslında sosyal gelişmeler tabii olarak toplumu bir yere doğru götürmektedir. Sürecin belli bir noktasında Avrupa’daki toplumumuz hem sosyolojik hem de kanuni, siyasi, hukuki taraflarıyla da birbirini destekleyen bir kimlikle adlandırılacaktır. Şimdilik bize düşen görev kabuktan ziyade işin esasına ilişkin gelişmeleri doğru yönetebilmektir.

Kolayca görüleceği gibi yeni bir kimliği sahiplenmenin öncesinde bir hayli cevaplandırılması gereken soru ve sonsuz sayıda atılması gereken adım vardır. Soruların cevabını bilmeden atılacak adımlar durumumuzu daha geriye götürebileceği gibi meçhullerle dolu bir geleceğin karanlığına da sürükleyebilir. Yeni bir yurdu sahiplenme gayesiyle eski yurtla aradaki mesafenin açılması ve bilhassa milletten kopuş hiç akla gelmeyecek bir felaketin habercisi olabilir. Son yıllarda Türk yetkililerin ‘artık onlar Avrupalı, başlarının çaresine bakarlar’ yollu davranışlarının toplum bünyesinde nelere yol açtığı iyi tahlil edilmelidir. Tek bir ferdimizi kaybetmeme anlayışını hakim kılamazsak, kayıplardan kurtulamayız. Mühim olan elde edeceğimiz kimliğin süslülüğü değil gerekliliği ve yararlılığıdır.

Kimlik arayışımız ve yeni kimliğin şekillenmesi hususunda karşı tarafın ne düşündüğünü, ne dediğini ve ne yaptığını hesaba katmadan yapılmak istenen tahlil teşebbüsleri karşımıza girift, karmaşık sonuçlar çıkarmaktadır. Hele konuyu sadece bir hukuki geçerliliğe sahip bir kimlik edinme değil de iki yüz yıldır nerdeyse milli hedefimiz haline gelen ‘Avrupalılaşma’ çerçevesinde bir kültür ve medeniyet meselesi olarak ele alırsak iş daha içinden çıkılmaz hale gelecektir. Eğer Avrupalı Türkler aynı zamanda Avrupalılaşan Türkler ise, Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın sorduğu tarihi soruyu (Garplılaşmanın neresindeyiz?), Avrupa’daki Türkler için de sorabiliriz: Avrupalı Türkler Avrupalılaşmanın neresinde?  

bottom of page