top of page
beyhan-asma.JPG.png

GÖÇ KAVRAMI ÜZERİNE

Prof. Dr. Beyhan Asma

Aslında hepimiz bir göçmeniz! Bugün olmasa da geçmişte atalarınız büyük olasılıkla göç etmişlerdi. Bugün çevremizde gördüğümüz ama sanki bu coğrafyaya ait olmadığını düşündüğünüz insanlar da 21. yüzyılın göçmenleri. Her çağ kendi göçmenini yaratıyor. Göçmenlik, insanlık tarihinden bile eski, çünkü insanın ilk ataları olarak görebileceğimiz Homo türleri de göç eden evrimsel sürekliliğin bir parçası ve elbette bu ilk atalarımız da göçmendi. Canlı ile doğduğu ve yaşadığı mekân arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Canlılar içerisinde özel bir yeri olan insanın ve insana dair olanın oluşumunda ve gelişiminde sosyal çevre ile fiziki çevrenin önemli bir yeri bulunmaktadır. Sosyolojinin kurucularından kabul edilen İbn-i Haldun’un asabiyet teorisini çevresel koşullar üzerine bina etmesi de mekânın toplumsal yapı ve ilişkiler üzerindeki etkisini belirtmesi açısından oldukça manidardır. Mekânsal değişikliğe karşılık gelen göç, bireyin psikolojik durumu başta olmak üzere topluma dair olan hemen her şeyi etkileyen bir olgudur.

 

Göç, ekonomik yaşamda hem göçle gelenler ve hem de mukimler için yeni koşulların ortaya çıkarmaktadır. Bu koşullar bir taraftan ekonomiye dinamizm kazandırırken diğer taraftan yeni bir egemenlik ve sömürü ilişkisinin oluşumuna zemin harlamaktadır. Toplumsal yapılarda büyük çaplı değişime veya aşınmaya neden olan göç, yeni sorun ve fırsat alanlarını da içinde barındıran sınıfsal geçişkenliği hızlandırmaktadır. Sahip ol(a)mama durumu, sahip olma isteği ile yer bulma çabasının göçle gelenler açısından hayati öneme sahip olması, göçenlerin risk alma düzeyini yükseltmektedir. Risk alma düzeyindeki yükseliş ekonomik alana çoğu zaman olumlu yansırken siyasal ve sosyal alanda bir dizi olumsuzluğu beraberinde getirmektedir.

 

Tarih boyunca mekânlar, toplumsal ve siyasal aidiyet ve kimliklerin oluşumunda önemli bir etken olmuştur. İnanç, vatan, millet, devlet, etnisite, kavim, kabile ve aile gibi sosyal ve siyasal birlikteliklerin veya ayrışmaların oluşumunda mekân asli unsurlardan biri olmuştur. İçinde bulundukları mekânın koşullarına uyum sağlayıp sağlayamaması durumu ile bu tür yapıların hayatta kalma ve gelişim düzeyleri arasında doğrusal bir ilişki bulunmaktadır. Bu kapsamda toplumun en küçük yapı taşı olarak kabul edilen aile başta olmak üzere siyasal sistem veya medeniyetlerin gelişimi, aşınması, çözülüş ve çöküşünde mekânsal koşullara uyum konusunda yaşanan olumsuzlukların önemli bir yeri olduğu kabul edilmektedir.

Ayrıca teknolojik gelişmeler insan ile mekân arasındaki ilişkiyi, birincisinin lehine bozmaya başlamıştır. İlişkideki bu bozulma insan lehine bir durum ortaya çıkartıyor algılansa da orta ve uzun vadede, insan ve insana dair olana yönelik birçok olumsuzluğu beraberinde getirmiştir. Büyük çaplı kitlesel göçlerin, insan ile mekân arasındaki ilişkinin bozulmasına hızlandırıcı ve derinleştirici bir etki yapmıştır. Dünyanın pek çok yerinde göçe bağlı olarak büyük kentlerde hızlı bir nüfus artışı yaşanmıştır.

 

Kentlerdeki hızlı nüfus artışı ekonomik alanda olduğu gibi sosyal ve siyasal alanlarda da yeni gerilim ve kutuplaşmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu gerilim ve kutuplaşma, kentsel yerleşim ayrışması başta olmak üzere sosyal, kültürel ve ekonomik olanın siyasala evrilmesine zemin hazırlamıştır. Bu tür bir siyasallaşma, demokratik bir sistemde birey, sosyal grup ve sınıfların siyasal tercihleri üzerinde belirleyici bir ekti yaptığı gibi, şiddete eğilimli hareket ve yapıların da ortaya çıkmasını ve gelişmesini sağlamıştır. Kentlileşme süreci geleneksel yapı ve ilişkileri aşındırdığı bir vakıadır.

 

Kırda geleneksel yapı ve ilişkiler üzerinden hayatını sürdürenlerin kente göçmesi bu yapı ve ilişkilerin aşınma ve dönüşüm sürecine girmesini beraberinde getirmektedir. Bu süreç, kırdan koparak kente gelenlerin bir taraftan geleneksel yapı ve ilişkilerden uzaklaşmasına zemin hazırlarken diğer taraftan kentteki fiziki ve sosyal yapılara karşı yabancılaşma duygusu içine girmesini sağlamaktadır. Kentli nüfusun, bu kesime yönelik dışlayıcı bir tutum içerisine girmesi bu yabancılaşma duygusunu derinleştirmekte ve bu kesimin kente yönelik bir aidiyet hissi geliştirmesinin önünde engel oluşturmaktadır.

 

Kente yönelik aidiyet hissinin gelişmemesi, akrabalık, kabilecilik gibi geleneksel veya hem şehircilik gibi yeni ilişki ağlarının kentsel yapılarda sürdürülmesi gibi ikircikli bir durumun ortaya çıkarmaktadır. Kentsel değer, kurum ve kurallar göçle gelenler için çoğu zaman bir anlam ifade etmemektedir. Nirengi noktası kentte var olma, kalabilme ve güçlü olma olan bu insanların kentsel olanla barışık bir yaşam sürmesi oldukça zordur.

 

Kentlileşme sürecinin beslediği bireyselleşme, insanın özgürleşmesine önemli bir katkı sunmaktadır. Ancak ketlerdeki bireyselleşme süreci bir taraftan insanı özgürleştirirken diğer taraftan insanı geçmişe ve hayata dair birçok şeyden uzaklaştırmakta, bir nevi köksüzleştirmektedir. Bu durum da sosyal bir varlık olan insanın karşılaştığı pek çok soruna zemin hazırlamaktadır. Tarihe baktığımız zaman ilk büyük kitlesel göç 4.yy ortalarında meydana gelmiştir.

 

Bu göç Çin devletlerinin egemenliğinden kurtulmak isteyenlerin Batıya yönelmesiyle olup bugünkü Avrupa Devletlerinin temelini oluşturduğu Kavimler göçüdür. 20. yy İkinci Dünya Savaşı birçok insanı zorunlu olarak göçe zorlamıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra ise eski düzenini tekrar kurmaya çalışan Avrupa ülkeleri az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden işgücü imkânını karşılamak istemiş ve 1954 yılından 1970’lere kadar, Yunanistan, İspanya ve Türkiye’den emek gücü alımını gerçekleştirmiştir. Göç alan ülke de farklı iş gücü, ekonomik, kültürel çeşitlilik hem de bütün bunların ürettiği çok kültürlülük oluşmuştur. Göç eden insanlar kendi kültürlerini götürdükleri kadar asimile de olmuşlardır.

 

Nüfus bakımından artan ülke çok kültürlü bir toplum olmanın yanı sıra kültürler arasındaki çatışmayı da engellemektedir. Göç eden bireylerin gittikleri ülkede kalma süreleri arttıkça geldikleri yerler ile bağlantıları iyice azalmaya başlayacaktır. Bu süre daha da uzun yılları alırsa geldikleri yerlerden tamamen kopma ihtimalini de göz ardı etmemeliyiz.

 

Göç hareketleri sosyal, siyasal ve ekonomik nedenlerinin yanında güvenlik boyutu açısından da incelenmesi gerekmektedir. Türkiye’de ve ülkeler arası göçe baktığımız zaman göç hareketleri genellikle, ekonomik sebeplerden kaynaklandığı belirtilirken, güvenlik nedenleri de göç hareketlerine neden olduğu bilinmelidir. İç savaş, baskı, iç karışıklık, hayat şartları, güvensizlik ortamı, gelir düzeyinin düşük olması gibi sorunlar güvenlik nedenlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

 

Güvenlik nedenleri göç politikalarını değiştirmiş ve ülkelerin bazı göçleri uluslararası bir güvenlik tehdidi olarak kabul etmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda ise göç ve güvenlik kavramları birbirleri ile ilişkili olarak analiz edilmiştir. Ülkelerin genelinde artan nüfus eğilimleri 2000 yıllara gelindiğinde göç alanında güvenlik boyutunu daha detaylı olarak ele alınmasını sağlamıştır. Bu bağlamda ülke genelinde güvenlik boyutu kapsamında çok denetleyici ve engelleme amacıyla politikalar geliştirilmektedir. Ülkemiz adına daha çok sınır güvenliği politikalarının oluşturulduğu görülmektedir.

 

Göç sorunu sadece ülkesini terk eden birey ve grupları etkilemediği gibi hedef aldığı ülke vatandaşlarını da etkilemiştir. Bu durumu minimize edilebilmesi için göçmenlerin topluma entegre edilmesi gerekmektedir. Türkiye son yıllarda coğrafi ve stratejik konum nedeniyle geniş boyutta büyük kitlesel göç hareketine maruz kalmış ve birçok göçmene kapılarını açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti büyük göç dalgalanmalarıyla karşı karşıya kalmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına sağladığı hakları göçmenlerden esirgemeyen bir insanı göç politikası izlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti göçmenlere yönelik hiç bir ölçüt belirlememiş ve bu durumda ele aldığı temel etken muhtaçlık gibi vicdanı ölçüt olmuştur. Açık kapı politikası ile birçok göçmeni ülkesine kabul etmiş bunun için ciddi miktarlarda kaynaklar ayırmıştır.

bottom of page